Alkolün ne kadarı trafikte zararlıdır?
Trafik denetlemelerinde yapılan alkol testinden ağza atılacak bir şekerle
veya sakızla kurtulmak mümkün değildir. Alkol aldığımızda veya sarımsak,
soğan benzeri keskin kokulu yiyecekleri yediğimizde nefesimiz kokar.
İstediğimiz kadar ağzımızı yıkayalım, dişlerimizi fırçalayalım, şeker
yiyelim veya sakız çiğneyelim, fark etmez bu kokuyu tam olarak gideremeyiz.
Bu kokuların nedenleri ağza veya boğaza bulaşan alkol, ağızda dişlerin
arasında kalan yiyecekler değildir. Onlar ağzın yıkanması ile giderilebilir.
Bu kokular mideden de gelmez, çünkü yiyecek gitmediği zamanlarda yemek
borusunun ucu hep kapalıdır. Tüm bu alkol ve kokulu yiyeceklerin molekülleri
midedeki hazım sırasında mide duvarından geçerek kana karışır. Böylece
akciğerlere ulaşarak nefesle beraber çevreye yayılırlar.
Trafik denetlemelerinde yapılan alkol testlerinde, nefesteki dolayısıyla
kandaki alkol miktarı ölçülür. Cihaza üflemeyle dışarı verilen havanın
2.000santimetreküpü kanda bulunan alkol miktarını gösterir. Bu oran,
alınan alkol
miktarının kişinin ağırlığına bölünmesi ve erkeklerde 0.7, kadınlarda ise
0.6 katsayısının çarpılması ile hesaplanabilir.
Bu katsayılar arasındaki farkın nedeni, aynı vücut ölçüleri ve yağ
oranlarına sahip bir kadın ve erkek üzerinde yapılan deneylerde, her ne
kadar alkolün yüzde 20'si midede, yüzde 80'i ince bağırsaklarda kana karışsa
da, kadınlarda alkolün midede daha az parçalanarak kana karışım oranının
yüzde 30 daha fazla olması, kadınların daha çabuk sarhoş olmaları ve
sarhoşluğun daha uzun sürmesinin gözlemlenmesidir.
Bir kadeh sek rakı veya iki bardak şarap kanda 40 gram alkol bulunması
anlamına gelir. Böyle bir doz 75 kilo ağırlığındaki erkekte
40((75XO,7)=0.76gr/litre sonucunu verir ki, trafikteki yasal limiti
aşar.
Bu miktarda alkolü 60 kilo ağırlığındaki bir kadın aldığında suçlu olur,
çünkü hesaba göre kanında 40( (60X0,6)= 1.1 grAitre alkol çıkar.
İnsanlarda bir litre kandaki alkol oranı 0,5 gramı geçtikten sonra
refleksler yavaşlar, sürücü bilincine hakim olamaz. Bu da ciddi kazalara yol
açar
*Banyodan sonra ellerimiz neden buruşur? *
Bütün vücudumuz, bir kısmı gözle görülebilen, büyük bir kısmı da ancak
dikkatli bakınca fark edilen kıl ve tüylerle kaplıdır. Bu tüy ve kılların
dibinde 'sebum' adı verilen yağ bezleri vardır. Bunların çıkardığı yağ, su
geçirmez keratin bir tabaka oluşturur ve suyun derimizden içeri girmesini
önleyerek derimizi yumuşak tutar.
Belki de en çok kullanılan yerler olmaları nedeni ile vücudumuzda sadece
parmak uçlarımız ve tabanlarımızda kıl veya tüy yoktur. Dolayısı ile
koruyucu keratin tabaka da yoktur. Ayrıca parmaklarımızın uçları ve
ayaklarımızın tabanları kalın bir deri tabakası ile kaplanmıştır.
Parmaklarımızın uçları ve tabanlarımız suyun altında belli bir süre kalıp
iyice ıslanırsa, osmos denilen daha sulu bir maddenin daha koyu bir maddenin
içine girişi sonucunda derimizin altına su girer ve bu su burada kendine yer
bulmak ister. Ancak buradaki kalın derimizin genleşerek bu suya
ayırabileceği fazla yeri olmadığı için, aynen yazın çok sıcak havalarda
yollardaki asfaltlarda olduğu gibi eğilir, bükülür yani büzüşür.
*Jet-lag olayı nedir*?
Bütün hayvanların vücutlarının, uyuma, vücut ısısı, üreme zamanı gibi
periyodik fonksiyonlarını kontrol eden biyolojik bir iç saatleri vardır. Bu
iç saatlerin çoğu, kendi fonksiyonları için kendi zaman dilimlerinde
çalışır, ancak ışık ve sıcaklık gibi dış etkenlerden de etkilenir.
Eğer İstanbul'dan Newyork'a uçarsanız, sizin vücut saatiniz hala İstanbul'a
ayarlıdır. Örneğin İstanbul'dan saat 12:00'de havalanır, 8 saatlik bir
uçuştan sonra Newyork'a varırsanız, vücut saatiniz 20:00'dedir ama Newyork
saat 13:00'ü yaşamaktadır. Vücudunuzun saati ortama göre 7 saat ileridedir.
Karnınız acıkacak, biraz sonra uykunuz gelecektir ama, akşam olmasına bile
daha 7-8 saat vardır.
İşte bu olaya jet-lag denilir. 'Lag'in İngilizce'de anlamı geri kalma,
gecikmedir. Bu durumda uçuştan sonra insanda yorgun-
80
luk duyulmakta, özellikle okuma, araba kullanma ve iş görüşmeleri gibi
konularda motivasyon ve konsantrasyon eksikliği görülmektedir.
Dünya dönüşünü 24 saatte tamamladığından, dünya yüzeyi kuzeyden güneye her
biri l saatlik 24 zaman bölgesine bölünmüştür. Örneğin İstanbul ile Newyork
arasında 7 zaman bölgesi vardır ve aynı anda İstanbul'da saat 14:00 iken,
Newyork'ta sabah 07:00'dir.
NASA'ya göre insan vücudunun biyolojik saatinin her bir zaman bölgesine,
yani bir saatlik bir zaman değişimine alışması bir gün almaktadır. Bu
durumda İstanbul'dan NewYork'a gidince vücut kendini ancak 7 gün sonra
adapte edebilmektedir. Jet-lag olayı uçma mesafesine değil, kaç zaman
bölgesinden geçtiğinize bağlıdır. Aynı mesafe, aynı zaman bölgesinde
kuzey-gü-ney mesafesinde gidilince jet-lag olayı görülmemektedir.
Jet-lag olayının doğuya doğru mu, yoksa batıya doğru mu seyahatte daha çok
görüldüğü tartışma konusudur. Şüphesiz bu insanların çoğunluğunun yapısına
ve yaşam düzeyine bağlıdır. Yapılan anketler sonucunda, çoğunluğun doğuya
doğru yapılan uçuşlarda daha çok rahatsız olduğu, insanın vücut saatini
hızlandırmada, yavaşlatmaya göre daha fazla zorlandığı görülmektedir. Küçük
çocukların pek etkilenmediği jet-lag olayından en çok etkilenenler ise
günlük yaşantısı düzenli ve rutin işler yaparak yaşayanlardır. Uçaktaki
havanın kuru olması, seyahat süresince hareketin kısıtlı olması, içki
içilmesi, yeterli sıvı içecek alınamaması, farklı iklimde farklı yemekler,
insanlarda jet-lag'a karşı direnç kırıcı diğer etkenlerdir.
*Karagözlülerin çocuğu nasıl mavi gözlü olabilir? *
Genlerin ana mekanizması çok basittir. Her anne ve baba iki tam gene
sahiptir. Ve bunlardan birini çocuğuna geçirir. Eğer an- ne ve babadan
alınan genler aynı ise, yani çocuk her iki taraftan da mavi göz genini aldı
ise problem yoktur. Çocuğun gözlerinin rengi mavi olacaktır. Ancak bir
taraftan mavi göz, diğerinden kahverengi göz genini aldı ise gözlerinin biri
mavi diğeri kahverengi olamayacağına göre bu genlerden biri üstün
gelecektir.
İşte rakibine karşı daima üstün gelen bu genlere hakim (dominant) gen adı
verilir. İnsanlarda koyu renk göz geni hakim gendir. Yukarıda bahsi geçen
çocuğun gözleri kahverengi olacaktır. Mavi göz rengi gibi mücadeleyi
kaybeden gene de saklı (recessive) gen denilmektedir.
Anne ve babadaki her iki gen de hakim gen ise sonuç aynı olacaktır. Saklı
gen bu mücadelede ancak her iki tarafın geni de saklı gen ise galip
çıkabilir. Uzun boy ve kısa boy genlerinde hakim olan uzun boydur. Örneğin
babada iki uzun boy geni (U/U), annede ise iki kısa boy geni (k/k) varsa,
her çocukta mutlaka bir uzun ve bir kısa boy geni(U/k) olacak ve uzun boy
hakim gen olduğundan her çocuk uzun boylu olacaktır.
Bu çocuklar (U/k) gen yapılı biri ile evlenirlerse, çocukların her birinde
muhtemelen (U/U, U/k, k/U, R/k) gen yapısı oluşacak yani üç çocuk uzun boylu
olurken bir tanesi kısa boylu kalacaktır. İnsanlarda kahverengi göz rengi,
görme yeteneği ve saçlılık hakim genler jken mavi göz, renk körlüğü ve
kellik saklı genlerdir.
Saklı gen çocuğun DNA sarmalında kalıp, onun çocuklarına da geçebilir.
Babası mavi, annesi kahverengi gözlü çocuk kahverengi gözlü olur ama mavi
renk göz geni saklı olarak durur. Kendisi ile aynı genetik yapıda biri ile
evlenirse yukarıdaki uzun boy- kısa boy örneğinde olduğu gibi anne ve baba
kahverengi gözlü olmalarına rağmen çocuklardan biri mavi gözlü olabilir.
Bu durum Mendel kurallarına uygun olup mavi gözlü çocukları olan kahverengi
gözlü anne ve babaların paniğe kapılmalarına ve ortada başka bir neden
aramalarına gerek yoktur.
*Aynı anne ve babanın çocukları neden farklı oluyor? *
Çocukların oluşumunu anne ve babadan aldıkları kromozomlar belirtiyorsa, her
insanda bir set kromozom varsa ve de bu kromozomlar zamanla değişmiyorsa,
aynı anne ve babadan olan çocukların da birbirinin aynı olması gerekmez mi?
Üreme konusunda tabiat müthiş şaşırtıcıdır. Tabiatta çocukların oluşumu ile
ilgili özel bir sistem dizayn edilmiştir.
Son yılların gözde konusu DNA ile ilgili olarak gazetelerde ve dergilerde
çizilen resimlerden belki dikkatinizi çekmiştir. Kadın veya erkek olsun her
insanın bir set kromozomu vardır ve her kromozom birleştikleri zaman 'X'
harfini oluşturan iki parçadan ibarettir. Bu ikili DNA'nın birbirine sıkıca
sarılmış iki koludur. Bir insanın kromozomunun, bu iki yakasından biri
anneden, diğeri de babasından gelir. Ortadan 'X' şeklinde bağlı bu yeni
kromozomun her iki yarısı da komple bir gen setini taşır.
Sperm, yumurta ile birleşerek yeni bir insanın oluşumunu sağlar. Sperm yeni
bebeğin kromozomunun bir yarısını taşır, yumurta diğerini. Esas soru şudur:
Sperm ve yumurtadaki DNA nereden gelmektedir? Babadaki her hücre, birbirinin
tamamen aynı 'X' şeklindeki kromozomları taşır. Anne için de bu aynıdır.
Baba ile annenin kromozomları da kendi anne ve babalarının kromozomlarından
gelmiştir. Ama hangi yarısı gelmiştir? İşte doğanın müthiş düzeninin ipucu
da buradadır.
Babada sperm hücreleri oluşurken, kendi anne ve babasının kromozomlarının
birer yarısını rasgele, yani bir kurala bağlı olmadan alır. Annenin
yumurtalarında da aynı şey olunca, doğan her çocuk dört kişinin, yani
anneanne, babaanne ve her iki dedesinin (dolayısıyla onların da
ebeveynlerinin) genlerinin rasgele karıştırılmış şeklinden oluşur ve her
çocuk farklı fiziksel ve psikolojik özellikler gösterir.
*Kanımız kırmızı iken damarlarımız neden mavi? *
Yaşamımızın sürebilmesi için vücudumuzdaki her bir hücrenin oksijene
ihtiyacı vardır. Hücrelerimize oksijeni kanımız taşır. Kanımız oksijeni
havadan aldığımız nefesin sonucunda akciğerlerimizden alır ve vücudumuzun
her bir noktasına ulaştırır. Bu noktalarda oksijeni hücrelere devreden
kanımız, kalp tarafından emilerek tekrar oksijen depolayabilmesi için
akciğerlerimize pompalanır ve çevrim böyle devam eder.
Kanımızın içinde oksijen moleküllerini tutup, damarlarda taşıyarak, hedefe
ulaşıldığında bırakan özel bir molekül vardır. Kırmızı kan hücrelerini, yani
alyuvarları çevreleyen ve aslında demir içeren bir protein olan hemoglobin,
oksijenle birleşerek bilinen parlak kan rengini oluşturur.
Kanımız hücrelerde oksijeni terk edip, karbondioksiti alıp geri dönerken
yani toplardamarlarımızda iken rengi koyu kırmızı hatta biraz mora yakındır.
Damarlarımızın çeperleri ve kan hücreleri renksiz olduklarından, kanın
rengini veya renginin tonunu içinde oksijen olup olmaması tayin eder.
Damarlarımızın mavi renkte görünmesi, vücudumuza gelen ışığın bir kısmının
derimizde emilmesi, bir kısmının da yansıtılması ile ilgilidir. Derimizde
mavi renk gibi yüksek enerjiye sahip dalga boyundaki ışıklar daha çok
yansıtılıp gözümüze geldiği için damarlarımız mavi renkte görülür.
Vücudumuzda gördüğümüz damarların hemen hemen tümüne yakını daha koyu renkli
kanı taşıyan toplardamarlardır. Atardamarlarda kalp tarafından pompalanan
kanın vücudun her yerine süratle ulaşabilmesi için basınç yüksektir.
Toplardamarlarda ise kanın basıncı düşük, hızı da daha yavaştır.
Herhangi bir atardamar kesildiğinde kan daha hızlı dışarı çıkar, kan kaybı
süratli ve çok olur. Hayati tehlike yaratır. Bu tehlikeye karşı
atardamarlarımız daha kalın çeperli yapılmış ve derimizin altında daha
derinlere yerleştirilmişlerdir. Bir kaza veya ameliyat olmadıkça
atardamarlarımızı pek göremezsiniz.
Bu nedenle derimizde gördüğümüz damarların çoğu, et kalınlığı az olduğu için
içindeki kanın rengini daha çok yansıtan ve deriye daha yakın olan
toplardamarlardır. Tabii ki bu durum toplardamarlar kesildiğinde kanın koyu
kırmızı veya mor renkte akacağı anlamına gelmez. Kesilme yerinden akan kan
derhal hava ile temas edip, ondaki zengin oksijeni alır ve rengi yine
bilinen kan rengine dönüşür.
*İnsanlar niçinneden dondurularak saklanamıyor *
Tedavisi günümüzde mümkün olmayan hastalan ölmeden önce dondurup,
teknolojinin gelişip, tedavi imkanlarının bulunabileceği ileriki yıllara
kadar saklamak, bilim insanlarının üzerinde çok çalıştıkları bir konudur ve
bilim insanlarını bu araştırmalara iten sebep kurbağalardır.
Doğada bazı cins kurbağalar kış uykusu süresince donarlar; kalp atışları,
nefes alışları ve kan dolaşımları tamamen durur. Hatta aort damarları
kesildiğinde bile kanama olmaz. Buzlar çözüldükten sonra, önce kalp atmaya
başlar ve kurbağa hayata geri döner.
Yapılan araştırmalarda kurbağaların aniden donmadıkları, 24 saat süresince
kan ve hücrelerinin arasındaki su dondukça geriye donma noktası düşük bir
tip antifriz çözelti bıraktıkları ve glikoz üretimlerini çok yükselttikleri
tespit edilmiştir. Oysa insanda bu oranda şeker yükselmesine mani olacak
birçok mekanizma vardır ve iyi çalışmamalarının sonucu ise şeker
hastalığıdır. Bir memelinin hücresinin dondurularak saklanabilmesi için,
hücrenin içinde oluşan buzun en az seviyede olması gerekir. Hücre içindeki
suyun tamamen donması ölüme yol açar. Bunun için de dondurma işlemine hücre
dışı sıvılardan başlanılmalı, sadece hücre aralarındaki ve kandaki su
donmak, hücredeki zar ve proteinlerin yapıları bozulmamalıdır. Donmuş kan,
besin ve oksijen taşıyamayacağından, metabolizmada ne gibi aksaklıklar
görülebileceği hala bilinmemektedir. Ayrı bir sorun da suyun donduğu vakit
genişlemesidir. Bu yüzden kan damarları parçalanabilir, doku yapısı
bozulabilir, hücre zan yırtılabilir.
Aslında artık günümüzde insanın yumurta hücreleri, sperm ve beyaz kan
hücreleri, deri ve korneası dondurularak saklanabilmektedir. Ancak bunların
hücre sayıları çok azdır. Nakil için böbrekler ve karaciğer buz içinde
saklanır ama bunun da süresi en fazla 2-3 gündür. Üstelik bu organlar soğuk
ortamda saklanmakta ama dondurulmamaktadır.
Halen bir organ bile dondurulup saklanamadığına göre, bütün bir vücudu
dondurarak saklama konusunda bilim insanları, pek iyimser değiller ama
çalışmalar devam ediyor. Daha doğrusu insanı dondurup saklamak şüphesiz
mümkün de, tekrar ısıtılıp canlandırmanın yolu henüz bilinmiyor.
*Suyun altında neden bulanık görürüz? *
Denize dalıp gözlerimizi açtığımızda etrafı bulanık görürüz ama deniz
gözlüğünü takınca her şey netleşir. Anlaşılıyor ki, gözümüzün önünde deniz
gözlüğünün içindeki hava olmadıkça, suyun içinde görme işlevinde bir aksama
olmaktadır.
Gözümüzün dışbükey şeklindeki dış yüzeyi sadece bir mercek görevi görür. Bu
mercek olmadan gözümüz ışığı alıp, arka taraftaki retina tabakasına
odaklayamaz. Yani gözümüzün dışı bir görme elemanından ziyade, görüntünün
ince ayarını yapan basit bir mercektir.
Işık, havadan suya veya bir prizmanın içinden geçerken olduğu gibi, farklı
yoğunluktaki cisimlerden geçerken kırılır. Bunu biliyoruz. Gözümüzün
yoğunluğu ve dışbükeyliği öyle ayar
lanmıştır ki, gelen ışık kırılma sonucunda gözümüzün arkasındaki retinada
odaklaşır.
Işığın sudaki hızı, gözümüzü geçerkenki hızı ile yaklaşık aynıdır. Ancak
suyun yoğunluğu farklı olduğundan buradan gelen ışık, havadan gelecek ışığa
göre yoğunluğu ayarlanmış gözümüzde tam kınlamaz, görüntü retinada tam
odaklaşamaz ve suyun altında cisimleri flu görürüz.
Eğer su ile gözümüz arasına bir cam koyar ve arkasında havanın bulunduğu bir
boşluk bırakırsak, sudan havaya geçen ışık oradan gözümüze gelerek normal
olarak kırılır ve görüntü de retina da net olarak odaklaşır.
*İnsanların neden bazıları solaktır? *
İnsanların çoğunun niçin, daha çok sağ ellerini kullandıkları henüz
bilinmiyor. Eğer dünya nüfusunun yarısı solak olsaydı veya dünyada hiç solak
bulunmasaydı, bu durum tabiatın kurallarına daha uygun olabilirdi, ancak tek
yumurta ikizlerinin bile yüzde onunun farklı ellerini kullanmaları
şaşırtıcıdır. Bu durumun genetik olmadığı, kalıtımla bir ilgisinin
bulunmadığı da kesin. Bebeklerin rahimdeki pozisyohlarıyla ilgili teoriler
var ama kanıtlanmış değil.
İnsanın dışında hiçbir yaratık, bir elini veya ayağını diğerine göre
öncelikli kullanmaz. Dünyada tarih boyunca, kültür ve ırk farkı olmaksızın
insanlar arasında sağ elini kullananlar hep çoğunlukta olmuşlardır. Bilim
insanları yıllardır bunun nedenini arayıp durmaktadır.
Bilindiği gibi, beynimizin her iki yarısı değişik yetenekleri kontrol eder.
Önceleri beynimizin sol yansının konuşma yeteneğimize kumanda ettiği
bilindiğinden, yazmamıza da kumanda ettiği, bütün önemli kumandaları bu
tarafın üstlendiği sanılıyordu. Ama sonraları beynimizin sağ yansının da
idrak, yargılama,
hafıza gibi çok önemli işlevlere kumanda ettiği, beynin her iki yarısının da
bir birinden üstün olmadığı ve her iki tarafın da eşit değerde görevler
üstlendiği görüldü.
Solakların oranı hakkında çeşitli görüşler var. Genel görüş bunun 1/9
oranında olduğu şeklindedir. Her azınlığın başına geldiği gibi solaklar
toplumda bazı zorluklarla karşılaşmışlar, hatta tarihin karanlık çağlarında
şeytanla bile özdeştirilmişlerdir. Günümüzde bile solak doğan çocuklar,
aileleri tarafından sağ elleri ile yazmaya zorlanmaktadırlar.
Sağ ellerini kullananlar için hayat daha kolaydır. Onlar daha iyi organize
olmuşlar, acımasız bir üstünlük kurmuşlar, dünyada her şeyi kendilerine göre
ayarlamışlardır. Arabaların vitesleri, silahlarda boş kovanların fırlayış
yönü, hatta tuvaletteki muslukların yeri bile hep sağ ellilere göre
tasarlanmıştır.
İngilizce'de sol anlamındaki 'left' kelimesi, zayıf ve kullanışsız anlamında
eski İngilizce'de kullanılan 'lyft' kelimesinden türetilmiştir. Sağ
anlamındaki 'right' ise haklılık ve doğruluk anlamında da kullanılır.
Türkçe'de de öyle değil mi? Sağ hem canlı ve hayatta anlamında kullanılır,
hem de sağlıklı, sağlam gibi sıfatların kökünü oluşturur, solun ise soluk
gibi bir sıfatın kökünü oluşturma dışında sadece bir nota ile isim
benzerliği var.
*Parmaklarımız neden çıtlar? *
Bazı insanlar her iki elinin parmaklarını birbirine geçirerek ve onları
gererek ses çıkartırlar, yani çıtlatırlar. Çoğumuz buradan gelen sesin
kemiklerden geldiğini sanırız, hatta rahatsız oluruz ama nedense bunu
yapanlar hallerinden memnun görünürler.
En çok ve kolaylıkla çıtlattığımız yerler vücudumuzda en çok bulunan
sürtünmeli eklem yerleridir. Bu tip eklem yerlerinde, örneğin
parmaklarımızda, iki kemiğin birleştiği yerde bir
bağlantı kapsülü vardır. Bu kapsülün içinde kemiklerin hareketleri sırasında
buraları yağlayan bir sıvı vardır. Bu sıvının içinde erimiş halde oksijen,
nitrojen ve karbondioksit gazları bulunur.
Vücudumuzda en kolay çıtlatabileceğimiz eklem yerlerimiz parmaklarımızdır.
Parmaklarımız gerilince ve eklem yerlerimiz düzleşince bu kapsül de gerilir.
İçindeki sıvının basıncı azalır ve gaz kabarcıkları patlamaya başlar. İşte
kulağımıza gelenler bu seslerdir. Patlayan kabarcıklar neticesinde gazlar bu
sıvıyı terk eder, sıvı daha da genleşir ve eklem yerinin hareket
kabiliyetini arttırır.
Şüphesiz ki eklem yerinin gerilmesi, bu kapsülün boyu ile sınırlıdır. Eğer
parmaklarınızı çıtlattığınız anda röntgenini de çekerseniz, eklem içinde
oluşan gaz kabarcıklarını görebilirsiniz. Bu olay eklem yerindeki hacmi
yaklaşık yüzde 15-20 artırır.
Aynı parmağınızı arka arkaya çıtlatamazsınız. Bir süre beklemeniz gerekir,
çünkü gaz kabarcıklarının sıvı içersinde tekrar oluşması biraz zaman alır.
Tüm bu açıklamalar, deneylerle ispatlanmasına rağmen, yine de bu kadar küçük
gaz miktarının bu kadar büyük bir ses çıkartabilmesinin nedeni hala
anlaşılmış değildir. Bu sorunun tatmin edici bir cevabı da henüz yoktur.
Ayrıca detaylı çalışmalar göstermiştir ki, çıtırdama sırasında iki ayrı ses
duyulmaktadır. Birincisinin gaz kabarcıklarının patlaması olduğu biliniyor.
İkinci sesin ise kapsülün uzama sınırına vardığında çıktığı sanılıyor.
Evet geldik en çok merak edilen soruya! Parmaklarımızı çıtlatmak vücudumuz
için zararlı mıdır? Bu konuda elde çok az bilimsel çalışma sonucu vardır.
Bir görüşe göre parmak çıtlatmanın eklem yerlerimizdeki sıvıya bir tesiri
yoktur. Diğer bir görüşe göre ise sürekli olarak bunu yapanlarda ve bunu
alışkanlık haline getirenlerde, eklemler etrafındaki yumuşak doku zarar
görmekte, parmaklar şişmekte, dolayısı ile elin kavrama gücü azalmaktadır.
*Uyurken beynimizde neler oluyor? *
Eğer bir insanın başına 'elektroensephalograf' (ezberlemeniz gerekmez!)
adını taşıyan bir cihaz bağlarsanız, o insanın yaydığı beyin dalgalarını
kaydedebilirsiniz. Uyanık ve hareketsiz durumdaki bir insanın beyni,
saniyede 10 kez salınım yapan 'alfa' dalgaları yayar. Hareketli bir insanın
beyni ise, şahmını iki kez fazla olan 'beta' dalgalan yayar.
Uyku sırasında ise beyin, salınımları çok daha az olan iki tür dalgayı,
'teta' ve 'delta' dalgalarını yayar. 'Teta' dalgalarının sa-lınımı saniyede
3.5 ila 7 arasında olup, 'delta' dalgalarmınki saniyede 3.5'tan azdır.
İnsanın uykusu derinleştikçe, beyin dalgaları da yavaşlar. İnsanda en derin
ve uyandırılmasmın en zor olduğu uyku zamanında, beyin artık 'delta'
dalgaları yaymaya başlamıştır.
Şimdi geldik işin en ilginç yönüne. İnsan gece uykudayken çeşitli zamanlarda
beklenmeyen şeyler oluşur. İngilizce'deki 'Hızlı Göz Hareketleri'
kelimelerinin baş harflerinden alınarak 'REM' uykusu da denilen ve
insanların çoğunluğunda bir gecede 3-5 kez görülen bu safhada, beyin
dalgaları uyanık bir insa-nınki kadar hızlanır.
Bir insanı veya bir köpeği REM uykuları sırasında seyrederseniz, gözlerinin
öne ve arkaya hızla titrediğini görürsünüz. REM uykusu safhasında köpeklerin
çoğunda, insanların ise bir kısmında, kollarda, bacaklarda ve yüz kaslarında
seğirmeler de görülebilir.
Rüya REM uykusu safhasında olur. Bu safhadaki bir insanı uyandırırsanız,
rüyasını çok canlı olarak hatırlar ve anlatabilir. REM safhası dışındaki
uykularda insanlar genellikle rüya görmezler.
Geceleri iyi bir uyku çekebilmek için, hem REM, hem de bunun dışındaki
safhaların birlikte yaşanması gereklidir. REM kısmı uyku süresinin yüzde 25
kadarını kapsamalıdır. Normal uykudaki bir REM veya rüya bölümü 5 ila 30
dakika sürer.
Uyku ilaçlan daha çabuk ve derin uyumanızı sağlayabilirler ama uykunuzun ve
özellikle de REM kısmının kalitesini değiştirirler. Uykudan önce alınan
alkol de beynin dalga yayma sistemini ve düzenini etkiler. Düzenli bir uyku
için insan her zaman aynı saatte yatmalı, hafta sonlan da dahil aynı saatte
uyanmalıdır.
Trafik denetlemelerinde yapılan alkol testinden ağza atılacak bir şekerle
veya sakızla kurtulmak mümkün değildir. Alkol aldığımızda veya sarımsak,
soğan benzeri keskin kokulu yiyecekleri yediğimizde nefesimiz kokar.
İstediğimiz kadar ağzımızı yıkayalım, dişlerimizi fırçalayalım, şeker
yiyelim veya sakız çiğneyelim, fark etmez bu kokuyu tam olarak gideremeyiz.
Bu kokuların nedenleri ağza veya boğaza bulaşan alkol, ağızda dişlerin
arasında kalan yiyecekler değildir. Onlar ağzın yıkanması ile giderilebilir.
Bu kokular mideden de gelmez, çünkü yiyecek gitmediği zamanlarda yemek
borusunun ucu hep kapalıdır. Tüm bu alkol ve kokulu yiyeceklerin molekülleri
midedeki hazım sırasında mide duvarından geçerek kana karışır. Böylece
akciğerlere ulaşarak nefesle beraber çevreye yayılırlar.
Trafik denetlemelerinde yapılan alkol testlerinde, nefesteki dolayısıyla
kandaki alkol miktarı ölçülür. Cihaza üflemeyle dışarı verilen havanın
2.000santimetreküpü kanda bulunan alkol miktarını gösterir. Bu oran,
alınan alkol
miktarının kişinin ağırlığına bölünmesi ve erkeklerde 0.7, kadınlarda ise
0.6 katsayısının çarpılması ile hesaplanabilir.
Bu katsayılar arasındaki farkın nedeni, aynı vücut ölçüleri ve yağ
oranlarına sahip bir kadın ve erkek üzerinde yapılan deneylerde, her ne
kadar alkolün yüzde 20'si midede, yüzde 80'i ince bağırsaklarda kana karışsa
da, kadınlarda alkolün midede daha az parçalanarak kana karışım oranının
yüzde 30 daha fazla olması, kadınların daha çabuk sarhoş olmaları ve
sarhoşluğun daha uzun sürmesinin gözlemlenmesidir.
Bir kadeh sek rakı veya iki bardak şarap kanda 40 gram alkol bulunması
anlamına gelir. Böyle bir doz 75 kilo ağırlığındaki erkekte
40((75XO,7)=0.76gr/litre sonucunu verir ki, trafikteki yasal limiti
aşar.
Bu miktarda alkolü 60 kilo ağırlığındaki bir kadın aldığında suçlu olur,
çünkü hesaba göre kanında 40( (60X0,6)= 1.1 grAitre alkol çıkar.
İnsanlarda bir litre kandaki alkol oranı 0,5 gramı geçtikten sonra
refleksler yavaşlar, sürücü bilincine hakim olamaz. Bu da ciddi kazalara yol
açar
*Banyodan sonra ellerimiz neden buruşur? *
Bütün vücudumuz, bir kısmı gözle görülebilen, büyük bir kısmı da ancak
dikkatli bakınca fark edilen kıl ve tüylerle kaplıdır. Bu tüy ve kılların
dibinde 'sebum' adı verilen yağ bezleri vardır. Bunların çıkardığı yağ, su
geçirmez keratin bir tabaka oluşturur ve suyun derimizden içeri girmesini
önleyerek derimizi yumuşak tutar.
Belki de en çok kullanılan yerler olmaları nedeni ile vücudumuzda sadece
parmak uçlarımız ve tabanlarımızda kıl veya tüy yoktur. Dolayısı ile
koruyucu keratin tabaka da yoktur. Ayrıca parmaklarımızın uçları ve
ayaklarımızın tabanları kalın bir deri tabakası ile kaplanmıştır.
Parmaklarımızın uçları ve tabanlarımız suyun altında belli bir süre kalıp
iyice ıslanırsa, osmos denilen daha sulu bir maddenin daha koyu bir maddenin
içine girişi sonucunda derimizin altına su girer ve bu su burada kendine yer
bulmak ister. Ancak buradaki kalın derimizin genleşerek bu suya
ayırabileceği fazla yeri olmadığı için, aynen yazın çok sıcak havalarda
yollardaki asfaltlarda olduğu gibi eğilir, bükülür yani büzüşür.
*Jet-lag olayı nedir*?
Bütün hayvanların vücutlarının, uyuma, vücut ısısı, üreme zamanı gibi
periyodik fonksiyonlarını kontrol eden biyolojik bir iç saatleri vardır. Bu
iç saatlerin çoğu, kendi fonksiyonları için kendi zaman dilimlerinde
çalışır, ancak ışık ve sıcaklık gibi dış etkenlerden de etkilenir.
Eğer İstanbul'dan Newyork'a uçarsanız, sizin vücut saatiniz hala İstanbul'a
ayarlıdır. Örneğin İstanbul'dan saat 12:00'de havalanır, 8 saatlik bir
uçuştan sonra Newyork'a varırsanız, vücut saatiniz 20:00'dedir ama Newyork
saat 13:00'ü yaşamaktadır. Vücudunuzun saati ortama göre 7 saat ileridedir.
Karnınız acıkacak, biraz sonra uykunuz gelecektir ama, akşam olmasına bile
daha 7-8 saat vardır.
İşte bu olaya jet-lag denilir. 'Lag'in İngilizce'de anlamı geri kalma,
gecikmedir. Bu durumda uçuştan sonra insanda yorgun-
80
luk duyulmakta, özellikle okuma, araba kullanma ve iş görüşmeleri gibi
konularda motivasyon ve konsantrasyon eksikliği görülmektedir.
Dünya dönüşünü 24 saatte tamamladığından, dünya yüzeyi kuzeyden güneye her
biri l saatlik 24 zaman bölgesine bölünmüştür. Örneğin İstanbul ile Newyork
arasında 7 zaman bölgesi vardır ve aynı anda İstanbul'da saat 14:00 iken,
Newyork'ta sabah 07:00'dir.
NASA'ya göre insan vücudunun biyolojik saatinin her bir zaman bölgesine,
yani bir saatlik bir zaman değişimine alışması bir gün almaktadır. Bu
durumda İstanbul'dan NewYork'a gidince vücut kendini ancak 7 gün sonra
adapte edebilmektedir. Jet-lag olayı uçma mesafesine değil, kaç zaman
bölgesinden geçtiğinize bağlıdır. Aynı mesafe, aynı zaman bölgesinde
kuzey-gü-ney mesafesinde gidilince jet-lag olayı görülmemektedir.
Jet-lag olayının doğuya doğru mu, yoksa batıya doğru mu seyahatte daha çok
görüldüğü tartışma konusudur. Şüphesiz bu insanların çoğunluğunun yapısına
ve yaşam düzeyine bağlıdır. Yapılan anketler sonucunda, çoğunluğun doğuya
doğru yapılan uçuşlarda daha çok rahatsız olduğu, insanın vücut saatini
hızlandırmada, yavaşlatmaya göre daha fazla zorlandığı görülmektedir. Küçük
çocukların pek etkilenmediği jet-lag olayından en çok etkilenenler ise
günlük yaşantısı düzenli ve rutin işler yaparak yaşayanlardır. Uçaktaki
havanın kuru olması, seyahat süresince hareketin kısıtlı olması, içki
içilmesi, yeterli sıvı içecek alınamaması, farklı iklimde farklı yemekler,
insanlarda jet-lag'a karşı direnç kırıcı diğer etkenlerdir.
*Karagözlülerin çocuğu nasıl mavi gözlü olabilir? *
Genlerin ana mekanizması çok basittir. Her anne ve baba iki tam gene
sahiptir. Ve bunlardan birini çocuğuna geçirir. Eğer an- ne ve babadan
alınan genler aynı ise, yani çocuk her iki taraftan da mavi göz genini aldı
ise problem yoktur. Çocuğun gözlerinin rengi mavi olacaktır. Ancak bir
taraftan mavi göz, diğerinden kahverengi göz genini aldı ise gözlerinin biri
mavi diğeri kahverengi olamayacağına göre bu genlerden biri üstün
gelecektir.
İşte rakibine karşı daima üstün gelen bu genlere hakim (dominant) gen adı
verilir. İnsanlarda koyu renk göz geni hakim gendir. Yukarıda bahsi geçen
çocuğun gözleri kahverengi olacaktır. Mavi göz rengi gibi mücadeleyi
kaybeden gene de saklı (recessive) gen denilmektedir.
Anne ve babadaki her iki gen de hakim gen ise sonuç aynı olacaktır. Saklı
gen bu mücadelede ancak her iki tarafın geni de saklı gen ise galip
çıkabilir. Uzun boy ve kısa boy genlerinde hakim olan uzun boydur. Örneğin
babada iki uzun boy geni (U/U), annede ise iki kısa boy geni (k/k) varsa,
her çocukta mutlaka bir uzun ve bir kısa boy geni(U/k) olacak ve uzun boy
hakim gen olduğundan her çocuk uzun boylu olacaktır.
Bu çocuklar (U/k) gen yapılı biri ile evlenirlerse, çocukların her birinde
muhtemelen (U/U, U/k, k/U, R/k) gen yapısı oluşacak yani üç çocuk uzun boylu
olurken bir tanesi kısa boylu kalacaktır. İnsanlarda kahverengi göz rengi,
görme yeteneği ve saçlılık hakim genler jken mavi göz, renk körlüğü ve
kellik saklı genlerdir.
Saklı gen çocuğun DNA sarmalında kalıp, onun çocuklarına da geçebilir.
Babası mavi, annesi kahverengi gözlü çocuk kahverengi gözlü olur ama mavi
renk göz geni saklı olarak durur. Kendisi ile aynı genetik yapıda biri ile
evlenirse yukarıdaki uzun boy- kısa boy örneğinde olduğu gibi anne ve baba
kahverengi gözlü olmalarına rağmen çocuklardan biri mavi gözlü olabilir.
Bu durum Mendel kurallarına uygun olup mavi gözlü çocukları olan kahverengi
gözlü anne ve babaların paniğe kapılmalarına ve ortada başka bir neden
aramalarına gerek yoktur.
*Aynı anne ve babanın çocukları neden farklı oluyor? *
Çocukların oluşumunu anne ve babadan aldıkları kromozomlar belirtiyorsa, her
insanda bir set kromozom varsa ve de bu kromozomlar zamanla değişmiyorsa,
aynı anne ve babadan olan çocukların da birbirinin aynı olması gerekmez mi?
Üreme konusunda tabiat müthiş şaşırtıcıdır. Tabiatta çocukların oluşumu ile
ilgili özel bir sistem dizayn edilmiştir.
Son yılların gözde konusu DNA ile ilgili olarak gazetelerde ve dergilerde
çizilen resimlerden belki dikkatinizi çekmiştir. Kadın veya erkek olsun her
insanın bir set kromozomu vardır ve her kromozom birleştikleri zaman 'X'
harfini oluşturan iki parçadan ibarettir. Bu ikili DNA'nın birbirine sıkıca
sarılmış iki koludur. Bir insanın kromozomunun, bu iki yakasından biri
anneden, diğeri de babasından gelir. Ortadan 'X' şeklinde bağlı bu yeni
kromozomun her iki yarısı da komple bir gen setini taşır.
Sperm, yumurta ile birleşerek yeni bir insanın oluşumunu sağlar. Sperm yeni
bebeğin kromozomunun bir yarısını taşır, yumurta diğerini. Esas soru şudur:
Sperm ve yumurtadaki DNA nereden gelmektedir? Babadaki her hücre, birbirinin
tamamen aynı 'X' şeklindeki kromozomları taşır. Anne için de bu aynıdır.
Baba ile annenin kromozomları da kendi anne ve babalarının kromozomlarından
gelmiştir. Ama hangi yarısı gelmiştir? İşte doğanın müthiş düzeninin ipucu
da buradadır.
Babada sperm hücreleri oluşurken, kendi anne ve babasının kromozomlarının
birer yarısını rasgele, yani bir kurala bağlı olmadan alır. Annenin
yumurtalarında da aynı şey olunca, doğan her çocuk dört kişinin, yani
anneanne, babaanne ve her iki dedesinin (dolayısıyla onların da
ebeveynlerinin) genlerinin rasgele karıştırılmış şeklinden oluşur ve her
çocuk farklı fiziksel ve psikolojik özellikler gösterir.
*Kanımız kırmızı iken damarlarımız neden mavi? *
Yaşamımızın sürebilmesi için vücudumuzdaki her bir hücrenin oksijene
ihtiyacı vardır. Hücrelerimize oksijeni kanımız taşır. Kanımız oksijeni
havadan aldığımız nefesin sonucunda akciğerlerimizden alır ve vücudumuzun
her bir noktasına ulaştırır. Bu noktalarda oksijeni hücrelere devreden
kanımız, kalp tarafından emilerek tekrar oksijen depolayabilmesi için
akciğerlerimize pompalanır ve çevrim böyle devam eder.
Kanımızın içinde oksijen moleküllerini tutup, damarlarda taşıyarak, hedefe
ulaşıldığında bırakan özel bir molekül vardır. Kırmızı kan hücrelerini, yani
alyuvarları çevreleyen ve aslında demir içeren bir protein olan hemoglobin,
oksijenle birleşerek bilinen parlak kan rengini oluşturur.
Kanımız hücrelerde oksijeni terk edip, karbondioksiti alıp geri dönerken
yani toplardamarlarımızda iken rengi koyu kırmızı hatta biraz mora yakındır.
Damarlarımızın çeperleri ve kan hücreleri renksiz olduklarından, kanın
rengini veya renginin tonunu içinde oksijen olup olmaması tayin eder.
Damarlarımızın mavi renkte görünmesi, vücudumuza gelen ışığın bir kısmının
derimizde emilmesi, bir kısmının da yansıtılması ile ilgilidir. Derimizde
mavi renk gibi yüksek enerjiye sahip dalga boyundaki ışıklar daha çok
yansıtılıp gözümüze geldiği için damarlarımız mavi renkte görülür.
Vücudumuzda gördüğümüz damarların hemen hemen tümüne yakını daha koyu renkli
kanı taşıyan toplardamarlardır. Atardamarlarda kalp tarafından pompalanan
kanın vücudun her yerine süratle ulaşabilmesi için basınç yüksektir.
Toplardamarlarda ise kanın basıncı düşük, hızı da daha yavaştır.
Herhangi bir atardamar kesildiğinde kan daha hızlı dışarı çıkar, kan kaybı
süratli ve çok olur. Hayati tehlike yaratır. Bu tehlikeye karşı
atardamarlarımız daha kalın çeperli yapılmış ve derimizin altında daha
derinlere yerleştirilmişlerdir. Bir kaza veya ameliyat olmadıkça
atardamarlarımızı pek göremezsiniz.
Bu nedenle derimizde gördüğümüz damarların çoğu, et kalınlığı az olduğu için
içindeki kanın rengini daha çok yansıtan ve deriye daha yakın olan
toplardamarlardır. Tabii ki bu durum toplardamarlar kesildiğinde kanın koyu
kırmızı veya mor renkte akacağı anlamına gelmez. Kesilme yerinden akan kan
derhal hava ile temas edip, ondaki zengin oksijeni alır ve rengi yine
bilinen kan rengine dönüşür.
*İnsanlar niçinneden dondurularak saklanamıyor *
Tedavisi günümüzde mümkün olmayan hastalan ölmeden önce dondurup,
teknolojinin gelişip, tedavi imkanlarının bulunabileceği ileriki yıllara
kadar saklamak, bilim insanlarının üzerinde çok çalıştıkları bir konudur ve
bilim insanlarını bu araştırmalara iten sebep kurbağalardır.
Doğada bazı cins kurbağalar kış uykusu süresince donarlar; kalp atışları,
nefes alışları ve kan dolaşımları tamamen durur. Hatta aort damarları
kesildiğinde bile kanama olmaz. Buzlar çözüldükten sonra, önce kalp atmaya
başlar ve kurbağa hayata geri döner.
Yapılan araştırmalarda kurbağaların aniden donmadıkları, 24 saat süresince
kan ve hücrelerinin arasındaki su dondukça geriye donma noktası düşük bir
tip antifriz çözelti bıraktıkları ve glikoz üretimlerini çok yükselttikleri
tespit edilmiştir. Oysa insanda bu oranda şeker yükselmesine mani olacak
birçok mekanizma vardır ve iyi çalışmamalarının sonucu ise şeker
hastalığıdır. Bir memelinin hücresinin dondurularak saklanabilmesi için,
hücrenin içinde oluşan buzun en az seviyede olması gerekir. Hücre içindeki
suyun tamamen donması ölüme yol açar. Bunun için de dondurma işlemine hücre
dışı sıvılardan başlanılmalı, sadece hücre aralarındaki ve kandaki su
donmak, hücredeki zar ve proteinlerin yapıları bozulmamalıdır. Donmuş kan,
besin ve oksijen taşıyamayacağından, metabolizmada ne gibi aksaklıklar
görülebileceği hala bilinmemektedir. Ayrı bir sorun da suyun donduğu vakit
genişlemesidir. Bu yüzden kan damarları parçalanabilir, doku yapısı
bozulabilir, hücre zan yırtılabilir.
Aslında artık günümüzde insanın yumurta hücreleri, sperm ve beyaz kan
hücreleri, deri ve korneası dondurularak saklanabilmektedir. Ancak bunların
hücre sayıları çok azdır. Nakil için böbrekler ve karaciğer buz içinde
saklanır ama bunun da süresi en fazla 2-3 gündür. Üstelik bu organlar soğuk
ortamda saklanmakta ama dondurulmamaktadır.
Halen bir organ bile dondurulup saklanamadığına göre, bütün bir vücudu
dondurarak saklama konusunda bilim insanları, pek iyimser değiller ama
çalışmalar devam ediyor. Daha doğrusu insanı dondurup saklamak şüphesiz
mümkün de, tekrar ısıtılıp canlandırmanın yolu henüz bilinmiyor.
*Suyun altında neden bulanık görürüz? *
Denize dalıp gözlerimizi açtığımızda etrafı bulanık görürüz ama deniz
gözlüğünü takınca her şey netleşir. Anlaşılıyor ki, gözümüzün önünde deniz
gözlüğünün içindeki hava olmadıkça, suyun içinde görme işlevinde bir aksama
olmaktadır.
Gözümüzün dışbükey şeklindeki dış yüzeyi sadece bir mercek görevi görür. Bu
mercek olmadan gözümüz ışığı alıp, arka taraftaki retina tabakasına
odaklayamaz. Yani gözümüzün dışı bir görme elemanından ziyade, görüntünün
ince ayarını yapan basit bir mercektir.
Işık, havadan suya veya bir prizmanın içinden geçerken olduğu gibi, farklı
yoğunluktaki cisimlerden geçerken kırılır. Bunu biliyoruz. Gözümüzün
yoğunluğu ve dışbükeyliği öyle ayar
lanmıştır ki, gelen ışık kırılma sonucunda gözümüzün arkasındaki retinada
odaklaşır.
Işığın sudaki hızı, gözümüzü geçerkenki hızı ile yaklaşık aynıdır. Ancak
suyun yoğunluğu farklı olduğundan buradan gelen ışık, havadan gelecek ışığa
göre yoğunluğu ayarlanmış gözümüzde tam kınlamaz, görüntü retinada tam
odaklaşamaz ve suyun altında cisimleri flu görürüz.
Eğer su ile gözümüz arasına bir cam koyar ve arkasında havanın bulunduğu bir
boşluk bırakırsak, sudan havaya geçen ışık oradan gözümüze gelerek normal
olarak kırılır ve görüntü de retina da net olarak odaklaşır.
*İnsanların neden bazıları solaktır? *
İnsanların çoğunun niçin, daha çok sağ ellerini kullandıkları henüz
bilinmiyor. Eğer dünya nüfusunun yarısı solak olsaydı veya dünyada hiç solak
bulunmasaydı, bu durum tabiatın kurallarına daha uygun olabilirdi, ancak tek
yumurta ikizlerinin bile yüzde onunun farklı ellerini kullanmaları
şaşırtıcıdır. Bu durumun genetik olmadığı, kalıtımla bir ilgisinin
bulunmadığı da kesin. Bebeklerin rahimdeki pozisyohlarıyla ilgili teoriler
var ama kanıtlanmış değil.
İnsanın dışında hiçbir yaratık, bir elini veya ayağını diğerine göre
öncelikli kullanmaz. Dünyada tarih boyunca, kültür ve ırk farkı olmaksızın
insanlar arasında sağ elini kullananlar hep çoğunlukta olmuşlardır. Bilim
insanları yıllardır bunun nedenini arayıp durmaktadır.
Bilindiği gibi, beynimizin her iki yarısı değişik yetenekleri kontrol eder.
Önceleri beynimizin sol yansının konuşma yeteneğimize kumanda ettiği
bilindiğinden, yazmamıza da kumanda ettiği, bütün önemli kumandaları bu
tarafın üstlendiği sanılıyordu. Ama sonraları beynimizin sağ yansının da
idrak, yargılama,
hafıza gibi çok önemli işlevlere kumanda ettiği, beynin her iki yarısının da
bir birinden üstün olmadığı ve her iki tarafın da eşit değerde görevler
üstlendiği görüldü.
Solakların oranı hakkında çeşitli görüşler var. Genel görüş bunun 1/9
oranında olduğu şeklindedir. Her azınlığın başına geldiği gibi solaklar
toplumda bazı zorluklarla karşılaşmışlar, hatta tarihin karanlık çağlarında
şeytanla bile özdeştirilmişlerdir. Günümüzde bile solak doğan çocuklar,
aileleri tarafından sağ elleri ile yazmaya zorlanmaktadırlar.
Sağ ellerini kullananlar için hayat daha kolaydır. Onlar daha iyi organize
olmuşlar, acımasız bir üstünlük kurmuşlar, dünyada her şeyi kendilerine göre
ayarlamışlardır. Arabaların vitesleri, silahlarda boş kovanların fırlayış
yönü, hatta tuvaletteki muslukların yeri bile hep sağ ellilere göre
tasarlanmıştır.
İngilizce'de sol anlamındaki 'left' kelimesi, zayıf ve kullanışsız anlamında
eski İngilizce'de kullanılan 'lyft' kelimesinden türetilmiştir. Sağ
anlamındaki 'right' ise haklılık ve doğruluk anlamında da kullanılır.
Türkçe'de de öyle değil mi? Sağ hem canlı ve hayatta anlamında kullanılır,
hem de sağlıklı, sağlam gibi sıfatların kökünü oluşturur, solun ise soluk
gibi bir sıfatın kökünü oluşturma dışında sadece bir nota ile isim
benzerliği var.
*Parmaklarımız neden çıtlar? *
Bazı insanlar her iki elinin parmaklarını birbirine geçirerek ve onları
gererek ses çıkartırlar, yani çıtlatırlar. Çoğumuz buradan gelen sesin
kemiklerden geldiğini sanırız, hatta rahatsız oluruz ama nedense bunu
yapanlar hallerinden memnun görünürler.
En çok ve kolaylıkla çıtlattığımız yerler vücudumuzda en çok bulunan
sürtünmeli eklem yerleridir. Bu tip eklem yerlerinde, örneğin
parmaklarımızda, iki kemiğin birleştiği yerde bir
bağlantı kapsülü vardır. Bu kapsülün içinde kemiklerin hareketleri sırasında
buraları yağlayan bir sıvı vardır. Bu sıvının içinde erimiş halde oksijen,
nitrojen ve karbondioksit gazları bulunur.
Vücudumuzda en kolay çıtlatabileceğimiz eklem yerlerimiz parmaklarımızdır.
Parmaklarımız gerilince ve eklem yerlerimiz düzleşince bu kapsül de gerilir.
İçindeki sıvının basıncı azalır ve gaz kabarcıkları patlamaya başlar. İşte
kulağımıza gelenler bu seslerdir. Patlayan kabarcıklar neticesinde gazlar bu
sıvıyı terk eder, sıvı daha da genleşir ve eklem yerinin hareket
kabiliyetini arttırır.
Şüphesiz ki eklem yerinin gerilmesi, bu kapsülün boyu ile sınırlıdır. Eğer
parmaklarınızı çıtlattığınız anda röntgenini de çekerseniz, eklem içinde
oluşan gaz kabarcıklarını görebilirsiniz. Bu olay eklem yerindeki hacmi
yaklaşık yüzde 15-20 artırır.
Aynı parmağınızı arka arkaya çıtlatamazsınız. Bir süre beklemeniz gerekir,
çünkü gaz kabarcıklarının sıvı içersinde tekrar oluşması biraz zaman alır.
Tüm bu açıklamalar, deneylerle ispatlanmasına rağmen, yine de bu kadar küçük
gaz miktarının bu kadar büyük bir ses çıkartabilmesinin nedeni hala
anlaşılmış değildir. Bu sorunun tatmin edici bir cevabı da henüz yoktur.
Ayrıca detaylı çalışmalar göstermiştir ki, çıtırdama sırasında iki ayrı ses
duyulmaktadır. Birincisinin gaz kabarcıklarının patlaması olduğu biliniyor.
İkinci sesin ise kapsülün uzama sınırına vardığında çıktığı sanılıyor.
Evet geldik en çok merak edilen soruya! Parmaklarımızı çıtlatmak vücudumuz
için zararlı mıdır? Bu konuda elde çok az bilimsel çalışma sonucu vardır.
Bir görüşe göre parmak çıtlatmanın eklem yerlerimizdeki sıvıya bir tesiri
yoktur. Diğer bir görüşe göre ise sürekli olarak bunu yapanlarda ve bunu
alışkanlık haline getirenlerde, eklemler etrafındaki yumuşak doku zarar
görmekte, parmaklar şişmekte, dolayısı ile elin kavrama gücü azalmaktadır.
*Uyurken beynimizde neler oluyor? *
Eğer bir insanın başına 'elektroensephalograf' (ezberlemeniz gerekmez!)
adını taşıyan bir cihaz bağlarsanız, o insanın yaydığı beyin dalgalarını
kaydedebilirsiniz. Uyanık ve hareketsiz durumdaki bir insanın beyni,
saniyede 10 kez salınım yapan 'alfa' dalgaları yayar. Hareketli bir insanın
beyni ise, şahmını iki kez fazla olan 'beta' dalgalan yayar.
Uyku sırasında ise beyin, salınımları çok daha az olan iki tür dalgayı,
'teta' ve 'delta' dalgalarını yayar. 'Teta' dalgalarının sa-lınımı saniyede
3.5 ila 7 arasında olup, 'delta' dalgalarmınki saniyede 3.5'tan azdır.
İnsanın uykusu derinleştikçe, beyin dalgaları da yavaşlar. İnsanda en derin
ve uyandırılmasmın en zor olduğu uyku zamanında, beyin artık 'delta'
dalgaları yaymaya başlamıştır.
Şimdi geldik işin en ilginç yönüne. İnsan gece uykudayken çeşitli zamanlarda
beklenmeyen şeyler oluşur. İngilizce'deki 'Hızlı Göz Hareketleri'
kelimelerinin baş harflerinden alınarak 'REM' uykusu da denilen ve
insanların çoğunluğunda bir gecede 3-5 kez görülen bu safhada, beyin
dalgaları uyanık bir insa-nınki kadar hızlanır.
Bir insanı veya bir köpeği REM uykuları sırasında seyrederseniz, gözlerinin
öne ve arkaya hızla titrediğini görürsünüz. REM uykusu safhasında köpeklerin
çoğunda, insanların ise bir kısmında, kollarda, bacaklarda ve yüz kaslarında
seğirmeler de görülebilir.
Rüya REM uykusu safhasında olur. Bu safhadaki bir insanı uyandırırsanız,
rüyasını çok canlı olarak hatırlar ve anlatabilir. REM safhası dışındaki
uykularda insanlar genellikle rüya görmezler.
Geceleri iyi bir uyku çekebilmek için, hem REM, hem de bunun dışındaki
safhaların birlikte yaşanması gereklidir. REM kısmı uyku süresinin yüzde 25
kadarını kapsamalıdır. Normal uykudaki bir REM veya rüya bölümü 5 ila 30
dakika sürer.
Uyku ilaçlan daha çabuk ve derin uyumanızı sağlayabilirler ama uykunuzun ve
özellikle de REM kısmının kalitesini değiştirirler. Uykudan önce alınan
alkol de beynin dalga yayma sistemini ve düzenini etkiler. Düzenli bir uyku
için insan her zaman aynı saatte yatmalı, hafta sonlan da dahil aynı saatte
uyanmalıdır.